“Bu genç yaşta yazık sana!..”

“Bu genç yaşta yazık sana!..”

Bu nur yüzlü amca kimdi?

 “Çalıştığımız alana birkaç kilometre uzakta köyler vardı ve yaşayan halkın içinde Türkçe bilen üçü beşi geçmiyordu…”   Yıl 1982 idi. Lise 2. sınıf öğrencisiydim. Zaten ilkokul 5. sınıftan itibaren çalışarak okumuştum. Yazları çalışıp kazandığım parayla kışın okul masraflarımı karşılardım. 1982 Haziran sonu idi. Rahmetli eniştem Iğdır’da sulama kanalı işi yapıyordu. Bir gün beni de işe götürdü. İş yerinde 30-35 işçi çalışıyordu. Aşçı izinde miydi neydi bilemiyorum ama o gelene kadar yemekleri benim yapmamı istediler. Ben de “peki” dedim. Zaten yemek yapmasını biliyordum. Aşçılık yapmak, kazma kürek, beton işinde çalışmaktan daha iyiydi… Aradan on beş gün kadar bir zaman geçti. Ben işime alışmıştım. Aşçı da görevine gelmişti. Öğleyin çalışanlarla birlikte aşçı da benim yaptığım yemeği yedi. Bir bakıma gurmelik de yapmış oldu. Çok beğendi ve bana dedi ki: “Necati sen öğrencisin. Çalışacağın iş ise çok ağır bir beden işçiliği gerektiriyor. Bu genç yaşta bu kadar ağır işlerde çalışmana gerek yok. Yemekleri de güzel yapıyorsun. Sen yemek yapmaya devam et, ben gider senin yerine çalışırım…” Çok sevindim. Teşekkür ettim. Ve bu söz üzerine artık emanet değil görevli aşçı olmuştum. Aşçı da gerçekten sağ olsun benim yerime sulama kanalında çalışmaya başladı. Kanal inşaatı kenarında müsait bir yere büyükçe bir çadır kurulmuştu. Çadır o kadar geniş ve büyüktü ki otuz-otuz beş işçi çadırda yemek yiyip, çadırda yattığı, dinlendiği hâlde yine de çadırın büyük bir kısmı boş kalıyordu. Çadırın bulunduğu yer de yüksekçeydi. Ayrıca etrafı oldukça taşlıktı. Sanki oraya taş yağmıştı. İrili ufaklı taşlar yerden mantar gibi bitmiş durumdaydı. Çalıştığımız alana birkaç kilometre uzakta ise köyler vardı. Köylerde yaşayan halkın arasında Türkçe bilen üçü beşi geçmiyordu. Onlarla da karşılıklı olarak anlaşacak şekilde rahat konuşamıyorduk.  Türkçeleri o kadar azdı. Çoğu yaylada yaşıyordu. Köylerde kalan vatandaş çok azdı. Bulunduğumuz yerde ağaç hiç yok gibiydi. Ovaya baktığınızda âdeta çöle benziyordu. Zaten akşama doğru ikindi üzeri kum fırtınası çıkıyordu. Bizler de çıkan rüzgâr çadırı uçurmasın diye çadırın etrafına büyükçe taşlar dizmiştik. Daha büyük bir rüzgâr geldiğinde o taşları da çadırla birlikte kaldırıp fırlattığında nasıl bir tehlike oluşturabileceğini hiç akıl etmemiştik. Ve yemek yapan ben olduğum için çadırın içinde ben kalıyordum. DEVAMI YARIN