“Kişinin kıymeti himmetine göredir”

“Kişinin kıymeti himmetine göredir”


Ebü’l-Garîb İsfehânî buyurdu ki: “Kişinin kıymeti, himmetine göredir. Eğer onun himmeti dünyâ için ise, onun hiçbir kıymeti yoktur.”   Ebü’l-Garîb İsfehânî hazretleri Anadolu’ya gelen evliyânın ilklerindendir. Künyesi gibi kendisi de garîb olan bu mübârek zâtın ismi, doğum ve vefât târihleri bilinmiyor. Buyurdu ki: “Zühd üç kısımdır: Birincisi farz olan zühd, ikincisi fazilet olan zühd, üçüncüsü lâzım olan zühddür. Farz olan zühd; haramları terk etmektir. Fazilet olanı; helâl olanlardan ihtiyâcı kadarını kullanmaktır. Lâzım olan zühd ise; şüpheli olanları terk etmektir.” “Sen bil ki, sıddıklar, bugünleri ile dünlerinin birbirine eşit olmasından Allahü teâlâdan hayâ ederler.”  “Kişinin kıymeti, himmetine göredir. Eğer onun himmeti dünyâ için ise, onun hiçbir kıymeti yoktur. Eğer Allahü teâlânın rızâsı ise, onun kıymetine ulaşmak, pek zordur.”  “Allahü teâlâyı sevmenin alâmeti; O’na itaati tercih etmek, Resûlünün (sallallahü aleyhi ve sellem) sünnet-i seniyyesine uymaktır.”  Bu mübarek zat bir gün Şîrâz’da rahatsızlandı. Öyle ki, ölümünün yakın olduğunu hissetti. Dostları çevresine toplandılar. Onlara “Allah rızâsı için benim sizden bir ricam var, lütfen kabul ediniz” dedi. Başındakiler “Buyur, söyle elbette kabul ederiz” dediler. “Eğer burada vefât edersem, beni kâfirlerin kabristanına defnedersiniz, benim sizden isteğim budur” dedi. Dostları hayret edip, “Bu ne biçim söz?” diye çıkıştılar. “Bilirsiniz ki, ben Allahü teâlâya her yalvarışımda; ‘Yâ Rabbî! Eğer senin yanında bir kıymetim varsa, benim canımı Tarsus’ta al’ diye duâ ediyorum. Ama ne yazık ki, şimdi burada ölüm döşeğindeyim. Anladım ki, O’nun yanında hiç kıymetim yokmuş” buyurdu… Çok geçmeden sıhhat alâmetleri görüldü, bir müddet sonra da ayağa kalktı. Tarsus’a gitti. Orada talebeler yetiştirip, insanları irşâd etti. Bir müddet sonra da arzusu gerçekleşti. Vefât edip, Mevlâsına kavuştu. Oraya defnedildi… Arkadaşlarından biri anlatır: Tarsus’ta Ebü’l-Garîb hazretlerinin yanına gittim. Öyle bir hastalığı vardı ki, iki uyluğu şişmiş, dizinden ökçesine kadar olan kısmı yarılmış, kan ve irin akmaktaydı. Gören acımaktan kendisini alamazdı. Bu hâliyle de ibâdetlerini terk etmez, daha fazlasını yapacağım diye uğraşırdı. Dilinden “Lâ ilâhe illallah” ve “Estağfirullah” kelimelerini hiç eksik etmezdi. Halktan biri kendisini görüp, “Hâlin nasıl, iyi misin?” diye sordu. “Çektiğimi görüyorsun. Ama henüz ‘Bana (bu) dert (gelip) çattı. Sen merhametlilerin en merhametlisisin’ (Enbiyâ-83) diye Rabbime yalvarmadım. Çünkü ben O’nun kuluyum ve ondan gelen her şeye râzıyım, sabrederim” buyurdu.